Hummalı ve uzun bir çalışmanın ürünü olan bu kitabı anlatmak, yer yer bahsetmek, üzerine yorum yapmak zor olsa da göze ve kulağa çalınan bir hadise olması ve belki de bir okurun daha dikkatini çekmesi sebebiyle bu satırları ele alıyorum. 

Kehribar Geçidi, bizleri MS 300’lü yılların İmparator Diocletianus Roma’sına götürüyor. Bu yolda okuyucuyla ilk olarak Azatlı Köle Vitalis karşılaşıyor. Dönemin senatosuna ve kölelik anlayışına Vitalis ile bakarken ardından Lahit Kopyacısı Efesli Linus ile karşılaşıyor okuyucu. Daha sonra Yazıcı Köle Simonides, Tapınak Kandilcisi Feliks ve Uykusuz Çoban Fazelis ile tanışıyor.

Bu isimler Roma döneminin gerek toplumsal gerek bireysel olarak iç dinamiklerini yansıtan, dönemin penceresini okuyucuya gösteren yedi uyurlardan kimselerdir. MS 300’li yılların Roma’sında Forum, Colesseum ve Senato’nun haz arayışlarını, köleliğe ve insanlığa bakışını, dinin topluma nasıl nüfuz ettiğini veya ettirildiği gözler önüne serilir. “Roma hazzı yaşamak ister ama dehşeti seyretmekten yanadır.” cümlesi Roma döneminin eğlencesini gözler önüne sermektedir. Ayrıca “Bir sikkenin iki yüzü vardır Azatlım, dedi senatör. İkisi birbirinden ayrılmaz. Roma da böyledir. Sikkenin bir yüzünde tapınaklar, defne dalları, zenginlikler, öbür yüzünde ise kılıcını kaldırmış Sezarlar yer alır. Çünkü arka yüzdeki sükûneti sağlayan ön yüzdeki kılıçtır. Roma’nın onuru budur.”  cümlesi ile de Romanın adalet anlayışının temellerine vurgu yapılır. Ve eklenir “Ben de onu anlamıyorum ya. Bu onurun; şiiri, mimarisi, heykeli, hukuku, retorikası, felsefesi ile bu cehennemi nasıl bağdaştırdığını. Yüz yıl yaşasam da şunu herhalde anlamayacağım; Roma’nın yasa yapıcılarıyla Colesseum mimarlarının nasıl aynı hamurdan karıldığını, aynı arazinin bir ucuna Marcellues tiyatrosunu diğer ucuna Colosseum’u konduran kusurlu dehayı, mermeri de işkence sehpasını da aynı incelikle işleyen meşhur hayal gücünü. Senatör, en barışçıl şöhrete sahip imparator doğum günün yüz erkek ve yüz dişi aslanın öldürülmesi eşliğinde şenlendirmişti, üstelik bir de felsefeciydi.”   Bu satırlar okuyucuya her ne kadar hayal ürünü gibi gelse de Roma döneminin gerçeğini yansıtması bakımından sahicidir. Döneminin imparatoruna ve sosyolojik yapısına bakıldığında romanın aynı zamanda akademik bir çalışmanın ürünü olduğu da görülecektir. 

Roma, uzun bir dönem tanrıların çokluğu ve çeşitliliği ile inanışını sürdürmüş ve bu inanış devlet yönetiminden halkına kadar tüm topluma sirayet etmiştir. Öyle ki Hristiyanlığın “Ondan başka Tanrı yok.” ifadesi sebebiyle birçok Hristiyan inanışını değiştirmeye zorlanmış bu sebeple de türlü işkencelere maruz kalmıştır. Bu sebepler neticesinde Roma’dan ayrılan yedi kişi; gezgin Al Mina, yazıcı köle Simonides, tapınak kandilcisi Feliks, senatörün azatlı kölesi Vitalis, Efesli yontucu Linus, çoban Fazelis, barbar yüzbaşı geta ve bir köpek kehribar yedi uyurlar efsanesi olarak bir mağarada uyanır. Kitabın ikinci bölümünü oluşturan bu kısımda yedi uyurların uyanışı ve uyudukları Roma’dan çok daha farklı bir Roma’ya uyanışları ele alınır. Bu uyanış şu şekilde ifade edilir: “O uykunun sabahında Akdeniz, artık bizim deniz değildi, imparator her yerde ve her daim muzaffer değildi. Yoktu işte. Mor kaftan yoktu, ipek toga, mücevherli taç yoktu. Ayak öpmek, eteğe yüz sürmek kalmamıştı. İmparatoru, ordusu, lejyonu, muhafızı, mahkemesi, yargıcı, vergi tahsildarı ile ebedi Roma yok olmuştu hem de ebediyen forum yoktu, senato yoktu. Köle yoktu, kölelik yoktu. Yüze vurularak ilahi güzelliği bozan damgalar tarihe karışmıştı. Dövüşmek istemeyen arena mahkûmunu itekleyen kor demir plaka, günlerce aç bırakıldıktan sonra insanın üzerine salınan aslan, panterin parçaladığı ceylanı zevkle seyreden insan yoktu. İşkencesi ve celladıyla, arenası ve gladyatörüyle Roma tarih olmuştu. İman sahiplerini kovalayan askerleri yakan ateş yatakları, demir çarmıhlar yoktu.”

Artık yedi uyurun hiçbiri kendi gördükleri dünyaya uyanmamış olmanın umudu ama şaşkınlığı ile yeni dünyayı tanımaya doğru yola çıkmışlardı. Uyandıkları mağara bir gün önce uyudukları zannettikleri yer değildi. Artık Roma’da bir evleri yoktu. Ceplerindeki tek akçe geçerli değildi. Dillerini kimse konuşamıyor, kimse onlar gibi bu şehre bakamıyordu. Her biri uyandığında bir zamanlar kendi gerçekliklerini bulmaya koştu. Barbar Yüzbaşı Colosseum’a; yazıcı köle Efendi Naso’nun malikânesine, kandilci Şifa Tapınağı’na, azatlı köle Capitolium tepesine, senatoya koşmuştu. 309 yıllık uykunun ardından geçmişin tüm izleri silinmiş ancak insanlığın gerçekliği kalmıştı. “Roma’nın görmek istediği şey ölmeniz değil nasıl öldüğünüzdür. O, ölünüzle değil ölümünüzle ilgilenir.”  algısı 309 yıl sonra hala devam ediyordu. Bir zamanlar Yahudilerin Hristiyanlara yaptığını şimdi Hristiyanlar başka sebepler altında kendine benzemeyen insanlara yapıyordu. Geçmişte tanrılar vardı şimdiyse ise azizler. Eskiden tanrılara sunulan hediyeler şimdi azizlere sunuluyordu. Gerçeklik tam tersi yönde hala aynı doğrultuda devam ediyordu. İşte yedi uyurlar ve Kehribar 309 yılın ardından şöyle bir gerçekliğe vardılar: “Kimse uyanmamıştı. Uyuyanlar da daha iyi bir yere uyanmamıştı işte. Şehir, giyim, kuşam, yeme içme her şey değişmişti. Ama hiçbir şey değişmemişti. İnsan hala zalim, güçlü yine gücünü aldığı dava adına kan dökücü, fesat çıkarıcı; kurban kurtulduğu anda zamanenin celladı. Haklıymış Karadeniz sürgünü şair, hala insan insanın kurdu.” 

İşte böyle bir gerçekliğin uzun soluklu kitabı, Kehribar Geçidi. 

Leave A Comment

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir